Kral kaybederse ya da kaybederken kazandıklarımız

 



Sezonunda seyretmediğim Kral Kaybederse dizisine sonradan başladım ve Star TV’nin internet sitesinden izleyerek güncel bölümlere yetiştim. Haftaya final yapacak dizinin 29. bölümünde çember kapatılmaya başlandı ve ilk bölümde huzurevinde gördüğümüz ama sonrasında şaşalı hayatına, gösterişli kahkahasına şahit olduğumuz kralın yalnız kaldığı o günlere tekrar dönüldü. Dizi, gerçek hayattan alınmış hikayesiyle Gülseren Budayıcıoğlu’nun aynı adlı romanından uyarlandı. Aslında yazarının kral yakıştırmasını yaptığı danışanı 32 yaşında biriyken 55 yaşındaki Halit Ergenç tarafından canlandırılması epey eleştiri konusu olduğunda dizi dikkatimi çekti. Reklamın iyisi kötüsü olmaz dedikleri bu olsa gerek. Ben de narsist karakterin baş kahraman olduğu bir roman çalışmamı yeni bitirmiş olduğumdan izlemeye karar verdim. Hem ülkemizdeki her türlü karizmatik karakter, padişah, CEO, profesör, kral rolleri için tek adres olduğundan tartışmanın önemi yoktu. Zaten Ergenç de iyi oyunculuğu sayesinde bu işin hakkını verdi. Yakışıklılığı ve kahkahasıyla yazarının hafızasına kazınan karakterin gülüşü Halit Ergenç’in oyunculuğuyla artık bizim kulaklarımızdan da silinmeyecek. Elbette kumar, kadınlara zaaf her dönem başa bela olup çok ocak söndürtmüştür ama burada kadınları kolayca kendine hayran bırakan lakin aslında hiç kimseyi sevemediğinden sürekli kadınları yedekleyen narsist karakterin ibretlik öyküsü son yıllarda sıkça duyduğumuz narsist kavramını örneklendirerek anlattı. Ciddi çocukluk travması olanların geç olmadan terapi alması gerektiğine dikkat çekti.

Bu yazıya konu olmasının sebebine gelince; 29. bölümün son 20 dakikasında Kenan Baran’ın terapisti ile konuşması son derece etkiliydi.

‘Bir labirentte hapsedilmiş fareler gibi aynı koridorlarda dolanıp duruyor, aradığı ışığı bulamıyor, ışık peşinde değil, ona fener tutmama izin vermemesi bundan’ diyen terapistin iç sesi danışanını üzülerek süzdü. O ise hala “her şey düzelirse ben değişirim, benim bütün halim moralsizlikten, siz bana iyi gelirdiniz, yine moral olabilirsiniz,” deyince Kenan Baran’a sert çıkışıyla şaşırttı. 

“Bıkmadınız mı bu yalanlardan, sizi bugünlere eski hatalarınız getirmedi mi?” 

Ve sonra babaannesinin onlara küçükken anlattığı iki melek hikayesini ekledi: Her insanın omuzunda iki meleğin oturduğu ve insanın her yaptığını kaydettiği, kabirde de o melekler tarafından karşılanacaklarını anlatınca kardeşiyle epey korktuklarından, suçluluk duyduklarından bahsetti. Yıllar içinde başka izahlarla bu korku geçse de bu hikayeyi hiç unutmadığını ve bir gün o melekleri psikiyatri ilmi içinde keşfettiğini, meleklerin bulunduğu alanın aslında bilinç dışımız olduğunu, çok çalışkan bu meleklerin çok da dikkatli bir şekilde iyiyi de kötüyü de not ettiklerini fark ettiğini söyledi. 

“Yalnız günahları büyük harfle yazıyorlar ve karşımıza önce onlar çıkıyor sonra biz türlü numaralar çeviriyoruz onları görmeyelim diye. Oraya yazılanları hiç okumamak da insanı hasta ediyor sürekli okumak da. Siz hep kaçtınız gerçeklerinizden oysa yüzleşseydiniz… Hem biliyoruz orada yazılanları hem de bilmiyoruz eğer o kozmik odaya girseydik, yıllarca kaçmasaydınız, kaderinizi değiştirebilirdiniz. Ve siz kendinizi böyle cezalandırmazdınız. Kendinize verdiğiniz bu cezanın hasarını Allah da affetmez. İşte ciddi bir kalp krizi geçirdiniz ama ölmediniz demek ki hâlâ size bir vakit verildi ve burada farklı şeyler yapma şansınız var, içinizdeki boşluğu görmeniz gerek.”

“Boşluk değil o uçurum, farkındayım ve kaçtığım her şeye ne kadar yakın olduğumun da.”

“Artık daha kalıcı işler yapmak gerek.”

“Ben bir şey yapamıyorum kendime, hep biri yapacak diye bekledim, annem gibi gelsin ve kurtarsın kadınlar beni.”

“Anneme hem çok kızıyorum hem çok seviyordum. Sanırım ben bütün kadınlardan bunun intikamını aldım. Bugüne kadar dönme dolap gibi hep aynı yere geri sar geri dön.”

“İçinizdeki büyük mahkeme hep cezalandırdı sizi. Artık bir şeyler yapmalısınız. Ve meleklerin yazdığı yerleri okurken sadece büyük harfle yazılmış yerleri, günahları okumayın olur mu?”

“Bu saatten sonra okusam ne olacak?”

“İnsanın neyi neden yaptığını bilmesi çok önemli, sizi size yaklaştırır hem okumanın ne yaşı ne zamanı vardır hâlâ toprağın üzerindeyken daha kalıcı şeyler yapın, okuyup bitirdiğinizde hayat sizin eski Kenan olmanıza izin vermeyecektir, korkmayın. Sizi size beğendirecek şeyler yapın.”

Terapist Kenan Baran ofisinden çıkarken ardından baktı ve ‘kendini affederse kaderi değişecek mi acaba hayat ona fırsatlar tanıyacak mı’ diye mırıldandı. Bu tavrıyla yıllarca danışanın olan Kenan’a keşke daha önce çıkışsaydın dedirtti. Ama işte her şeyin vakti saati var. Sanırım terapistler kişinin yüremesi gereken yolda elinden tutmaktan imtina ediyorlar ve herkesin kendi zamanında kendi gerçeğiyle yüzleşmesine yüzlerindeki pokerface gülüşleriyle eşlik ediyorlar. Lakin devleti baba, toprağı ana gören bu bölge insanı için evrensel değerlerden uzaklaşsalar nasıl olur diye düşünmedim değil. 

Yine de bu sahneler beni çok etkiledi. Bırakmak kavramı ile boğuştuğum bu günlerde kralın kaybederek bulduklarını düşündüm. Bırakmak zor derken belki de kavramı değiştirmek gerektiğini hatırlattı bir arkadaşım. Veda… vedalaşmak önemliydi. İlk iş kar küreme önce teşekkür ettim sonra bir veda yazısıyla taçlandırdım bırakılmayı. Ne de olsa her ayrılık bir vedayı hak eder ve Geştalt kuramı bize bunu hatırlatır. (Onu da başka yazıda anlatacağım.)

Kaybettikçe küçülmek, kraliyetin/saltanatın/sefanın/konfor alanının yıkılışı ve elbette eskiyi özlemek…Lakin hızla değişen dünyada her yaşantının hayat sayfaları arasında tozlu bir anı gibi kalması, uzaklaşan görüntülerin silikleşmesi, her anın biraz sonra geçmiş olması, her şeyin giderek anlamsızlaşması karşısında insan olarak yaşadığımız çaresizlik…

Neredeyse simülasyon içinde olduğumuza, her şeyin bizim için kurulmuş bir sahne, herkesin de hayat oyunumuzda figüran olduğuna inanacağım. Hiçbir yaşadığımız gerçek değil. Zaten dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibaret demiyor mu kutsal metinler? 

Oyun oynarken neden kalbim sıkışıyor? Neden narsist bir kralın bile kaybetmesine çok üzüldüm? Ben de kral/kraliçe miydim bir zamanlar! Yoksa narsistlere mi maruz kalmıştım? İnsan tahtlara/kolaya çabuk alışıyor. Hak ettiğini anlamak, varlığını hissetmek nasip olmadan var olanları kaybetmek de başka bir imtihan. Ve bir kere başladı mı düşüş arkası hızlı gelir. Arkadaş sandıkların yok olur, sevdiğin kadın/ adam gider ve insan her şeyin bitişini sadece izler, tıpkı kral gibi. 

Bu kadar mıdır dünya hayatı! Ya sonrası? 

Her şey yaşanırken herkesle beraber Hz Adem’den beri aynı zamanın içindeysek, zaman o MÖ ve MS şeklinde tahtalara çizildiği gibi düz bir çizgi değilse, helezonik yapıdaysa ve tarih tekerrür ederken insanoğlu hep aynı yerde dönüp duruyorsa, vedalar, konuşmalar, sevdalar hepsi yalansa, her şey sadece bizim algımızsa. Ya hiç sevilmemişsek, hissettiklerimiz sadece bizden yansıyanlarsa. Olmamalarımı acı olmaları mı onu bile bilmiyorsak… 

Alıştığın derdi sıkı tut demiş eskiler, şikayet etme, alışmak, konfor alanı bırakmak zorlardan zoru. Bu hepimiz için geçerli değil elbette. Ama tutunmak benim için önemli. Kendimi bildim bileli ayakta gittiğim bir otobüsteyim sanki. Ve yol çok bozuk, tutunmazsam düşerim.

Düşersen kalkarsın derler. Düştüm elbet, uzun zaman kalkamadım yeniden düşmek istemem. Elimde kolumda düştüğüm zamandan kalma yaralar kabuk bağlamışken hele. İzleri duruyor, her gün yağlı bir krem sürüyorum yoksa giyinirken kanıyor, görmesem de bana düştüğümü hatırlatıyor. 


Her yara kanamaz, kabuk da tutmaz. Herkes yok ya da figüran olamaz. Truman şovda değiliz, hayır. Hiç sevilmemiş, hiç yaşamamış, hiç kaybetmemiş, hiç kazanmamış değiliz. Hayat inişli çıkışlı değil de kader bir spiralin içinde biz o sınavı geçemedikçe aynı sarmalda sürekli kaydırıyor bizi. 

Buna da şükür. Zaten aynı yerde durmak ölüm değil mi? Hareketsizlik ölümdür, o alet düz çizgiyi gösterdi mi kalp için oyun bitmiştir.

Ritmi yüksek mi kalbimin, düzenli mi bilmiyorum! Vücudum, zihnim, kanım, kalbim hepsi başka şey söylüyor bu ara. “Başkası olma kendin ol böyle çok daha güzelsin ya gel bana sahici sahici” demişti Tarkan. Çağrışımdan çağrışıma gezerken zihnim, kendisi olan var mı diye düşünüyorum. Hepimiz birbirimize sürtündükçe, düşüp kalktıkça aşınan halimizle şekil değiştirmiyor muyuz? 

Kendimizi keşfetmek derken ilaveler yapıp bir heykel gibi yontmuyor muyuz hoşumuza gitmeyeni! 

Hiç bir gün aynı şekilde kalmazken düşe kalka ilerlediğimiz bu yolda emin olduğumuz ne olabilir? Ben buyum demek ne kadar gerçekçi! 

Kral kaybederken kazanabilecek mi bilmiyoruz, peki ya biz kaybettiklerimizden kendi değerimizi anlayacağımız faydalar devşiriyor muyuz? 

Yaşamak zaman alır, anlamak sancılı. Öğrenmekse koca bir ömür sürer ve krallar da kaybeder. Sultan Süleyman'a kalmayan dünya için hırs edenlerse kaybederken bile bir şey kazanamaz.   

Kar Küreme Teşekkür

 

İnsan kendine beş iyilik yapmalıymış. Evet bir Instagram postunda gördüm:

1-Geçmişi özgür bırak

2-Herkesi affet

3-Gelecekten korkma

4-Kendi değerini bil

5-Kendini sev

Normalde olsa hepsine uzun uzun itiraz yazıları döşeyebilirdim. Ama artık huzuru seçiyorum ve yılın son dolunayını yaşadığımız bugünlerde seçtiğim bu alanda zirveye tırmanmak için atmam gereken adımları kabul ediyorum. Hazır yakında taşınacağım, çalışmalara başlayayım dedim. Evlerde metrekarelerin küçülmesiyle zorla itildiğimiz yüz parçayla yaşamalı minimalistliğinin yanından geçemem ama bir tazelenme gerekli. Malum duvar boyunca sıralanmış yedi kitaplık tıka basa dolu. Geçenlerde oğlum kendi yeni ve mesleki kitaplarını bilim hızlı değişiyor diyerek hemen verince gaza gelip ben de çıkardım bir şeyler. Ama atmaya kıyamayıp sahaf aradım. Eve gelmeye razı ettiğimiz adam artist çıktı, sinir bozdu. Bir hafta beklettikten sonra geldi oturdu antreye, kategorilerle poşetlediğim kitapları döktü, tek tek seçti. Ne satar ne satmaz diye diye, söylendi durdu. Birkaç arkadaşıma teklif ettiğim zamanında altı çize çize okunmuş bir sürü edebiyat dergisini hiç umursamadı. Edebiyat satmıyor dedi, hevesle kişisel gelişimleri topladı. Birkaç popüler romanı aldı, hukuk kitapları zaten umurunda olmadı, hatta bunları çöpe atın dedi. Geri dönüşüme verelim, nasılsa hepsi dönüşüyor bizim gibi, bir şey kalmıyor eskiden dedim hukuklarla vedalaştım.

Kilolarca ağırlıktaki güzelim kuşe kağıt tıp kitaplarını bile genç doktorlara vermek isteyen kardeşim de kapı kapı gezip kimsenin kitaplığında yer bulamadığından çöpün yanına bırakmıştı. Sanırım kitap devri kapanıyor diyerek sahaftan kalanları kağıtçıya verdim gitti. Döndüm kitaplığa baktım hala bütün raflar doluydu. Oysa neredeyse 200 kg’a yakın kitapla vedalaşmıştım. Tıka basalık azalmıştı, daha ferah raflar…

Sıra objelere geldi. Bir arkadaşım yakınlarda taşınmış evden sadece ailesini ve ceketini alıp çıkmıştı. Yeni evine de yaşamak için gerekli eşyaları almış kendini sanattan, kitaptan, kıymetli eşyadan arındırmıştı. Hatta üzerindeki ceketten de kurtulduğunu geride bıraktıklarıyla öyle güzel hafiflediğini anlatınca o kadarı benim için imkansız olsa da bir şeylerle vedalaşmaya karar verdim.

Ve ilk sen çarptın gözüme sevgili kar kürem. Seni neden almıştım bilmiyorum evet kendim aldım çünkü hiç kar küresi alanım olmamıştı. Yurt dışından içinde şehir siluetleri olanlardan vardı ama onları dahi kendim almıştım. Sanırım sen ergenlikten kalma bir boşluğu doldurdun kar kürem. Aldığım günü dün gibi hatırlıyorum, girdim bir satış sitesine içinde kardan adam olmasın diye mevcutlar arasında en güzeli diye seni seçtim. Pandemiden yeni çıkmıştık, hayatta kalanlar olarak yaşamaya daha bir hevesli miydik bilmiyorum. Tek taşımı değil ama kar küremi kendim almıştım işte. Hoş bir tektaşım ve çok şükür bir kedim de yok hala. Manyaklarlardan uzak durmak lazımmış. Sahiplerinden duyduğum kadarıyla da bütün kediler manyakmış. Tek taşlar da pahalı.

Hasıl-ı kelam kar kürem, seni sevdim, aldım, kırılsan üzülmeyecek kadar kanıksadım. Ama sen dayanıklı çıktın, ışığın, müziğin de hala var lakin artık seninle bir yolun sonuna geldik. Bana hizmetini tamamladın, vazifen bitti.

Bana ilham olduğun için de teşekkür ederim. Seni izlerken gönlüme vuran esintiyle mısraları alt alta dizip nadiren de olsa yaptığım gibi şiir yazdım, seslendirdim, fotoğrafının da geçtiği bir klip yapıp YouTube’a koydumHatta o şiir Girdap adlı seçkiye dahil edildi. Bir zamanlar düzenli olarak paylaştığım podcast serisinde paylaştım. Bırak/ma idi şiirin adı ama artık bırakıyorum, sırf seni değil nicesini.

Ve kendime yaptığım iyilikler listeme bir çentik daha atıyorum. Darısı hala ne yapsam diye düşündüklerimin başına. Hepsi için bir veda yazısı yazacak değilim elbette. Buradan kıymetini bildiğimi de anla.

Elveda.

Firuze

 


“Kaçta geleceksin?”

“İşim bitince”

“Neymiş işin acaba?”

“Of anne, sal beni arkadaşlarım bekliyor görüşürüz, sen ye yemeğini.”

Bak edepsize, iyice yoldan çıktı bu çocuk, yüzüme kapattı telefonu.

Neyse on dakika geçsin bu sefer mesaj atarım.

Geçmiş, başla Firuze.

“Kaşkol var mıydı yanında, eldiven falan? Bak üşütme oğlum herkes kırılıyor mikroptan! Dikkat et olur mu, maske tak hatta, bitse de geçmez o virüs, kolonya kullan sık sık.”

Evet, çift tık tamam. Peki niye görmezden geliyor bu çocuk. Serhat’ın işleri hep bunlar. Erkek çocuklarına karışılmaz, rahat bırak çocuğu, ne istiyorsa yapsın diye diye böyle zıvanadan çıkardı oğlanı. Anası onu sıkmamış. İyi halt etmiş. Ceremesini biz çekiyoruz şimdi. Hey gidi Fırat, sen cevaplama, anneler yılmaz savaşçılardır unutma.

“Fırat, oğlum, arkadaşların kimler? Ben tanıyor muyum? Hem nereye gidiyorsunuz bu saatte? Geç kalmayın bak, sabah erken okul var, dinlenemiyorsun hiç, her gece geç geliyorsun eve.”

Bak bak interneti de kapadı. Görüyor musun Serhat Efendi? Bir de babası olacaksın. Her şeyiyle ben uğraşayım sen keyfini sür de mi oğlanın. Şimdi çift tik bile olmuyor, mavisi zaten hep kapalı beyefendinin, her şeyi şifreli, ne saklıyorsa artık bizden. Gerçi yapmaz benim oğlum kötü şey, şarjı bitmiştir. Yüzde bire kadar nasıl düşürüyor anlamıyorum ki! Ama bu da senden Serhat Efendi, nerde ihmal orda sen, şimdi bir de oğlun? Ben hep peşinizden koşayım değil mi? Yazık bu Firuze’ye. Hem insan evden çıkmadan o şarjı doldurur, yedek şarj, neydi adı hah power bank, onu da alır yanına, öyle çıkar. Vestiyerin üzerine akşamdan hazırla anahtarı, cüzdanı, kullanmasan da bir miktar nakit paranı. Atkı, bere, bot bu mevsimde zaten şart. Serhat unutmaz bunları, kendini bırakır beresini bırakmaz evde. Ama Fırat öyle mi? Neymiş efendim, amfi sıcakmış, saçı bozulurmuş, kütüphanede ayakları yanarmış! Dışarıda da donuyor o ayaklar, spor ayakkabıyla. Yok “Nuh der peygamber demez.” Ne yapacağım bu çocukla? Bak hala ulaşılamıyor. Arkadaşını mı arasam? Fırat da Serhat da kızar. Babası bey arkasına havlu da götür halı sahaya diye tersledi geçenlerde. Ne yapsam ki? Serhat’ı arayayım en iyisi. Açmıyor bak. Al oğlunu vur babasına! Ah Firuze ah, işin gücü bırak bütün gün uğraş bunlarla.

“Kızım ya bırakmıyor ki rahat, evde, okulda, kütüphanede devamlı gözetler gibi ne yapıyorsun, üstünde ne var, atkını sardın mı, halı sahada terli durma, elini dezenfekte ettin mi sürekli bir sorgu hali, yoruyor insanı çok. Ya tamam biliyorum iyiliğimi istediğini. Ama bıktım ya. Yetişkin bir insanım ben. Tek başıma yaşadım aylarca. İdare edemediğim bir şey oldu mu? Gelip başımda beklemesine gerek yok. Tamam ya, sen de benden yana mısın ondan mı karar ver. Tamam anahtarı unuttum bir kez ama bu herkesin başına gelecek bir durum değil mi? Annem unutmamıştır tamam da takıntılı kadın. Kapıyı kilitledikten sonra tekrar açıp ütü yapmadığı gün bile ütüye bakıyor. Kapalı çaycının fişini söküyor. O kadar manyak değilim. Tamam biliyorum yangının telafisi yok. İnanmıyorum. “Gelin kaynana toprağından olur” der durur annem, ütü fişte mi diye iki kere açar bakarız artık kapıyı. Hemen laf sok, iyi ki bir çilingire düştüğümüzü anlattık, yüz sene mevzu yaparsınız annemle. İnan bak ben böyle hayatıma karışılmasını sevmiyorum, baştan söyleyeyim. Kıskançlığa da gelemem. Yok sana karışırım da kıskanırım da o ayrı. Yok daha neler, o kadar da değil. Ne taş fırını yahu erkek olan doğal olarak hisseder o kıskançlığı. Fallik unsur falan başlama yine. Ben sana seminer veririm o konuda ama benim sevgilim benim dizimin dibinde olacak. Evet aynen, gak dediğimde suyum, guk dediğimde yemeğim hazır olacak. Hayır canım ev hanımı olamazsın. Hem çalışacaksın hem evi idare edeceksin hem de çocuklarla ilgileneceksin. Biz anamızdan böyle gördük. Çevirmiyorum lafı, bunaltıyor falan ama bizim bir şeyi düşünmemize de gerek kalmıyor. Biraz rahata alıştım. Babam da unutkandır. Annem peşimizi toplar. İşini de toplar, hobisine de gider. Örnek insan gerçekten emeği çok canım annem ya. Bir arayayım onu. Hadi kapatıyorum şimdi sinemaya kadar çalışacağım, geç kalma. Evet geçen gittiğimiz yerin yanı ya, hamburgeri efsaneymiş. Görüşürüz tatlım. Ben bir canım anama ifademi verip derse oturayım.”

“Tamam annem, seni seviyorum annem, bilmiyorum babamı nerde, ara sen, hadi ben kapatıyorum.”

Arıyor yine. Açmayacağım. Bak mesaja başladı. Geç kalmayacakmışım. Peh! Yüzmeye gideceğim ya bugün, kıskançlık bastı. Sen de git diyorum. Yok. İşler yetişmiyor Serhat diye ağlanıyor. Bırak yapma diyorum yüzüne. Bir gün lafımı dinlerse boku yeriz. Neyse ki inatçıdır, yap deyince yapmaz. Ben buradan yürürüm. Çok dırdırı var ama duymadın mı mis. Her iş bitiyor. Söylenir durur yardım et diye. He he der kulağımın üzerine yatarım. Nasılsa dayanamaz kalkar yapar. Bir ara yoğunluktan işten geç çıktıydı da ortalık birbirine girmişti. Yalapşap yapıyormuşum her şeyi. Eleştirdi mi top bende, canıma minnet, benden bu kadar deyip bırakıyorum. Benim adım Hıdır elimden gelen budur. Sonra dinle bir sürü tan tana. Öyle yapılmazmış da şöyle yapılırmış. Hiç bitmiyor ki istekleri. Daha beğendiği bir kimse görmedim. Hem anam benim elimi sıcak sudan soğuk suya sokmadı. Ne bileyim iş güç. Yolumu buldum ama. Konuşmaya başladı mı perdeyi indiriyorum kulağıma. Tıkaçlar da tamam. Gözlüğü de takalım. Bone sıkıyor ama şart, Firuze gibi.

Atlayalım havuza. Sen ara dur Firuze. Ancak dolapta titrersin. Ben kaçtım sıcak dırdırdan serin havuza. Oğluna sar hadi canım, rahat bırak beni. Sen bırakmazsan da ben bırakacağım kendimi, kaldırma gücüne kurban olduğum sulara.      

Handan Kılıç

Can Kızım, Cansız Kızım

 


Canım kızım,

Sensiz onuncu yıl. Kolay geçiyor sanma! Gelseydin belki çok zorlanacaktın bizimle. Neler oldu bu on yılda neler! Seninle birkaç ay arası olan Mina’nın doğum gününü yaptılar bugün. O kadar yakınken beni çağırmadılar, okul arkadaşlarını ve onların annelerini çağırmışlarmış.

“Abla senin başın kaldırmaz diye hiç söylemiyorum. Hem hediye işine giriyorsun, boş yere bir sürü masraf.” dedi Güler.

Boş yere. Boş ve yer… Kocaman bir boşluk yokluğun. Sen gideli ne yerim var ne yurdum. Seni düşünüce bazen bulutların üzerindeyim bazen de karanlık bir ormanda kaybolmuş. Sonunda herkesin gördüğü, bildiği, görmezden geldiği, yanından geçerken dikkat ettiği bir obruğa dönüşmüşüm sanki, sen gideli. Ya da daha doğru ifadeyle gelmekten vazgeçeli. Güler de haklı. Çocuğunu kaybeden bir kadının kalbini kırmak istemedi belli ki. Kırıldım yine de. Gerçi gitsem de kırılırdım. Kırgınlığım baki, Güler’e değil, Ayşe’ye, Fatma’ya, Mina’ya ya da sana hiç değil. Kader böyleymiş, karşı gelemem. Başını taşa vurup kırmaktır bilirim. Veren Allah, alan Allah. Sahibimize de emanetini aldı yanına diye kırgın olamam ya! Belki de bu benim halimin adı özlemdir. Kokuna, saçlarına, yıllarına, varlığına büyük bir özlem.

Senden sonra ilk birkaç sene herkesin kutlamasına gittim. Önceleri senin akranın olan çocuklara oyuncaklar almak sana alıyormuşum gibi sevinç veriyordu. Ama yıllar içinde her zorlukta bir başıma kaldıkça kızım olsaydı yanımda deyip ağladım. Hiçbir şey yapamasan küçücük ellerinle silerdin gözyaşımı, ağlama anne der zayıf kollarınla sarılırdın bana.

Sabah babanı işe geçirirken denk geliyoruz. Kapı açık oluyor. Güler de Mina’yı okula hazırlıyor. “Bazen benim halimi unutup “ay bu kızımız olmasa ne yapacakmışız diyoruz bizim beyle. Kızlar liseye gideli yüzlerini gören cennetlik. İnan sen şehir dışında okuyan oğlunu daha çok görüyorsundur. Başları sıkışmadan yoklar ortada. Ama bu Mina, ah bu kız canımız, ciğerimiz” diye yanaklarını sıkıştırıp yolluyor servise. “Öyle, haklısın” deyip kapatıyorum kapıyı bir an önce. Gözyaşlarımı görmesin kimse.

Sabahları “ay çekme saçımı, ay anne” diye çok bağırıyor çocuk, içim dayanmıyor. Mina’nın saçları uzun, kıvırcık, gözleri bal rengi, teni beyaz. Bana ya da babana, kime benziyorduysan senin de öyle olurdu, sarı, uzun ama düz saçlar. Gözlerse kesin mavi. Abin küçükken bu eve mavi gözlü olmayanlar giremez değil mi anne derdi, gülerdik. Baban da abin de dedelerin, ninelerin de yeşil ya da mavi gözlü. Ondan soyadımız Gökgöz ya. Memlekette lakabımızmış zaten.

Senin mavi gözlerini düşleyip tokalar da aldım ilk zaman. Sonra her gelişlerinde Mina’nın saçlarına taktım. Annesine her sabah saçlarını tararken acıtıyor diye dokundurmazken bana gelince hep saçlarıyla oynatıyor. Belki de kolay tarama tarağı aldım diyedir. Senin saçlarını da hiç acıtmazdım biliyor musun kızım. O ağladıkça sen ağlıyormuşsun gibi geliyordu, canım yanıyordu. O büyüdükçe sen de büyüyormuşsun gibi geliyor hala. Sonra kendime geliyorum canım kızım, cansız kızım.

Senin saçların düz olurdu diye emin bir şekilde söyledim ya çünkü biz de kıvırcık yok. Yine de ince telli olduğundan taraması kolay değil. Bu sene makrome örmeye başlayınca bunu iyice anladım. İp ne kadar ince o kadar zor. Geçen gece yeni bir örneğe başlarken ne geldi aklıma. Her gece bir yaprak yapsam ama yere düşüp gittiğin vakitleri hatırlatmasın diye onları dallara assam. Rengarenk yapraklarla canlanır mı evim, renk gelir mi yüzüme?

Neden her örneğe yaprak ekliyorum biliyor musun? Her gece elim tarağa gitsin istediğimden. Hem örmek gerekmiyor hem de havalı duruyor. En az on altı tane yirmi santimlik ip kesiyorsun. Ortasına da ikiye katlanmış kılavuz ip. Küçükleri bu ortadakinin üzerine bir alttan bir üstten geçirip adeta damar ağını inşa eder gibi yaprağı oluşturuyorsun. Ama ben en çok taramasını seviyorum yaprağın. Mavi, sarı, gri, turuncu yaprakları tek tek yapıp asacağım dallara. Geçen Mina’nın çantasına mavi yaprak yapıp süs niyetine taktım. Bir de ona senden bahsettim. Beraber el ele cennet bahçelerinde dolaşıp dünyaya gelmek için karanlık bir koridora girdiğinizi, senin orada kalıp Mina’nın koşarak buraya geldiğini söyledim. İyi ki geldin diyerek sarıldım. “Kızın niye gelmedi, şimdi onunla oynardık. Orası daha mı iyi hem seni üzerken sana ne dedi?” diye bir sürü soru sordu. Ben susunca “Bu dünya iyi bir yer mi peki?” dedi. Saçlarını okşadım. Aceleyle gözümdeki yaşı silip “dünya inilen bir yer, kelime manası bile deni, alçak olan demek ama annene kavuştun, bu da büyük mutluluk” diye anlattım. Yine sordu: “Peki senin kızın şimdi nerede?” “Cennette” dedim. Geri döndü geldiği yere, benimle kavuşmayı bekliyordur orada. Çocuklar sadece cennete gider, anneleri ve babaları dünyada neler işler belli olmaz her zaman yerleri cennet değildir ama önden, anne karnında düşmüş de olsa bir evlat gönderirlerse yerlerini ayırtmış sayılırlarmış. O evladın gözleri buğulanıp annemi istiyorum dedi mi, Allah da cennette gözyaşına müsaade etmediğinden “Bu sabinin ailesini getirin” der, hepsini cennetinde buluştururmuş.” diye Mina’ya anlatırken elinde onlara getirdiğim kek dilimleri ve sütlü kahveyle belirdi annesi. Onu görünce hemen sustum ama Mina durur mu? “Teyze hem kızını anlat hem de saçlarımı yine balıksırtı ör, olur mu?” diyerek fırladı odasına. Ona aldığım fırçayı getirip oturdu önüme. Güler “Mina, ıslatmadan olmaz, su sıktığımız şişe banyoda, hadi onu da getir” diye gönderdi salondan. Sonra gözlerini patlatıp “ne olur komşum, çocukların ölüme dair gerçeklik algısı bu yaşta tam oturmuyormuş, sen gidince bir sürü soru soruyor, rica ediyorum bu konuları açma” dedi. Elime aldığım fincanı dudaklarıma götürüp bir yudum aldım. Sehpaya götürürken ağzıma fermuarı çektim. Mina’nın getirdiği şişeden saçlarına su sıktım, usulca açtım bukleleri. Sonra da alın kenarından başlayıp ördüm balıksırtı modeli.

Kim bilir sen oralarda ne sırtında geziniyor, beni de izliyorsundur. Konuşacak çok şey var aslında ama insan bazen konuşmak istemiyor Kanımdan kan, canımdan can taşıyan bir evlat yanında olsun da beraber sussun istiyor. Sussun ve saçlarını tarasın. Her geçen gün artıyor özlemim, rutini bozdum, üç yaprak yapıp taradım bu gece. Sonra karşıma astım, izledim. En çok mavi yaprakları sevdim. Bu sefer on yaprak olacak, ortadakinin ipi en uzun, yanlarına doğru kısalacak boyları. Özenle tarayacağım renk renk yaprakları. İnan bana çok güzel olacak ve sana söz doğamadığını o güne yetişecek. Ne Güler’e ne Mina’ya gidecek. Tam karşımda süsleyecek duvarı.

Handan Kılıç

Pelikanların Kursağında Heveslerim

 

Pelikanların kursağındaydı heveslerim. O geniş, esnek torbada, biriken umutlar gibi sallanıp dururdu.

Pelikan, denizin bereketini gagasıyla toplar, kursağında saklar; benim heveslerim de öyle, hayatın coşkusunu avuç avuç toplar, ama bir türlü yutkunamazdım. Ne tamamen benim olurdu ne de bırakılırdı; sadece orada, pelikanın kursağındaki gibi birikir, beklerdi.

Pelikanlar gibiydim, kanatlarım geniş, ama uçuşum ağır. Heveslerim, o koca kanatların altında taşınıyordu; uzaklara gitmek isterken, hep kıyıya yakın yerlerde dolanıyordum.

Pelikanın denize dalışı gibi, ben de hayallere dalardım; bir anlık cesaretle suya gömülür, ama kursağımda sadece ıslak umutlarla dönerdim. Ne tam yakalardım ne tam vazgeçerdim.

Kursağında balık taşıyan pelikan, bazen aç yavrularına sunar avını, bazen kendi için saklar. Heveslerim de öyle; kimi zaman başkaları için parlar, kimi zaman içimde gizli kalır. Ama pelikanın kursağı gibi, heveslerim de kırılgandı; tek bir yanlış hamlede, biriken her şey dökülüverirdi. Yine de nasıl pelikanlar, her dalışta yeniden başlarsa; heveslerim de öyleydi, her tökezlemede biraz daha birikirdi.

Pelikanların kursağındaydı heveslerim ne özgür ne tutsak.

Denizin tuzlu kokusuyla dolu, uçsuz bucaksız bir gökyüzüne hasret. Tıpkı pelikanlar gibi, ben de taşırım onları.

Çünkü hevesler, kursakta bile olsa, yaşamın ta kendisidir.

Bir koku çarptı beni

 

Bir koku çarptı bugün beni. Parkta yürüyordum. Aniden yanımdan geçti ve yok oldu. Nasıl hızlı koşuyordu. Ben değil ama zihnim ona yetişti sıkıca sarıldı kokladı. Özlemenin ne olduğunu hatırlattı. Epeydir kalbimin varlığından bile haberim yoktu. Sadece kan pompalıyordu işte. Ama o koku seninle sabaha kadar yürüdüğümüz geceye götürdü beni. Üşütmeyen ama ara sıra titreten bir yaz gecesiydi. Ben çok üşürdüm ama senin yanında üşümekten de azadeydim. Ben benlikten vaz mı geçiyordum bir an önce sana karışmak mı istiyordum bilmiyorum. Yokluğunu düşleyemezken hayatım oldu. Ondan belki artık ne hayallere ne düşlere ne de insan denen canlıya güveniyorum. Kedilerim ve ben mutluyum. Bazen onlarla ilgilenecek halim bile olmuyor. Zaten eve de almıyorum bahçeden balkonuma geliyorlar. Hiç konuşmuyoruz. Bazen seviyorum. Onlarla benziyor ve birbirimizi anlıyoruz. Canımız istemedikçe hiçbir şey yapmıyoruz. Yürüyüş boyunca düşündüm seni. Bin yıl olmuş haberin bile gelmeyeli. Kokun davetti bana ama o bile fırtına gibi geçti. Hayat da öyle geçmiyor mu? Ya sen bunca yıl hiç hatırladın mı beni? Bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğim ve artık bir önemi yok. Bahçeye girdim kapımı kapattım. Sen dışarda kaldın. Yine de insan bir gün bir yerlerde çok sevildiğini ya da en azından sevildiğini bilmek istiyor. Annem olsa burun kıvırır bu söylediğime ve başın göğe mi erecek derdi. Ve hemen eklerdi hele de onu, beni istemeyeni ben hiç istemem. Sen baban tarafa çektin kesin, hala onu sayıklıyorsun.

Ne sayıklıyor ne yerimde sayıyorum. Geçti gitti ömrüm ben ona yanıyorum.

28/08/2025

  • Bu yazı

    ın kitap yazma ayı çalışmaları içinden “Bir kokuya çarptım bugün” tetik cümlesinden hareketle yazılmıştır.

Aşk Çantadır

 


Aşk çantadır. İçine ne koyarsan onu taşırsın, ama ağırlığı her zaman sürprizdir. Bazen bir tüy kadar hafif, bazen bir taş kadar ağır; kimi zaman omzunda bir türkü, kimi zaman sırtında bir yük. 

Aşk, tıpkı bir çanta gibi, seninle gider, sen nereye gidersen.

Bu çanta, ilk alındığında pırıl pırıldır; göz alıcı, umut dolu. İçine hayalleri, vaatleri, gülüşleri doldurursun. Ama zamanla her çanta gibi fermuarı zorlanır, dikişleri aşınır. 

Aşk da öyle; ne kadar özenle taşısan da, yıpranır. Yine de o yıpranmışlık, çantanın hikâyesidir; her leke, her çizik, bir anının izi.

 Aşk çantadır, çünkü bazen boşaltsan da bir şeylerin kaldığını fark edersin. Bir not, bir koku, bir eski fotoğraf; unutulmuş sandığın, ama hâlâ orada olan. 

Ve bazen, tıpkı çantayı karıştırırken bulduğun beklenmedik bir hazine gibi, aşk da seni şaşırtır; unuttuğun bir duyguyu yeniden avucuna bırakır.

 Ama dikkat et, aşk çantadır; fazla doldurursan taşar, dağılır. Az doldurursan eksik kalır. 

Ne çok ağır, ne çok hafif; tam kararında taşımak gerekir. Çünkü aşk, çanta gibi, seninle yol alır; ne kadar uzun, ne kadar kısa, sadece sen bilirsin.

Ve bazı çantalardan da insanlardan da kolay vazgeçemezsin. 

Aşksız ve çantasız kalma(yalım). 

Kral kaybederse ya da kaybederken kazandıklarımız

  Sezonunda seyretmediğim Kral Kaybederse dizisine sonradan başladım ve Star TV ’nin internet sitesinden izleyerek güncel bölümlere yetişti...